Hava Durumu

10 Kasım 1938’e doğru Atatürk ‘ün son arzusu

Yazının Giriş Tarihi: 08.11.2024 15:24
Yazının Güncellenme Tarihi: 08.11.2024 15:25

Bildiğim kadarı ile, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, son yurt gezisini 1ve 2 Şubat 1938 günlerinde önce İpekiş’i ertesi gün de Merinos Fabrikası’nı açmak için Bursa’ya yapmıştı. Ankara’ya döndüğünde hastalığı giderek artmaya başlamıştı. Bu neden ile, Bursa sonrası her hangi bir şehre yaptığı ziyaret veya geziye rastlamam mümkün olmadı. Eğer gerçek buysa, Kurtuluş Savaşı bitiminden 40 gün sonra ilk yurt gezisini Bursa’ya yaptığı gibi, sanırım son gezisini de Bursa’ya yapmış oluyor. Bu bilgiler ışığında, ebediyete intikalinin 76.yılında, O’nun son aylarını, 29Ekim 1938 tarihine yaklaşıldığında o günleri nasıl geçirdiğini ve Cumhuriyet’in 15. Yılındaki törenlere katıldığı takdirde neler görebilmek istediğini anlatan bir bölümü, bu anlamlı sene-i devriyede sizler ile paylaşmak istedim. Yazar Şevket Süreyya Aydemir o günleri İkinci Adam kitabında aynen şöyle anlatır.

Ata’nın görmek istediği 29 Ekim töreni

“Nutkunu kendi okumak isterdi. Bunun, son nutku olacağını da biliyordu. Ama istiyordu ki, son sözlerini millete kendi sesi ile duyursun. Bu bir veda mesajı mı, bir vasiyet mi olacaktı ? Elbette ki hayır ! Onu öyle hazırlayacaktı ki, açılacak fabrikalardan, yapılacak işlerden, Türkiye’nin dünya içindeki haysiyet ve itibarından bahsedecekti. Milletinin kendine “güvenmesini, çalışmasını, övünmesini” isteyecekti. Yurtta sulh cihanda sulh sloganlarını haykıracaktı. Ama belki haber verecekti ki, bu sulh artık tehlikededir. Çünkü dünya bir harbe sürükleniyor. Dünyada şer kuvvetleri artık seferberdir. Ve o bunu kesin olarak biliyordu. Ama büyük kaygısı şuydu: “Bu ikinci umumi harp, beni yataktan kımıldanamayacak halde yakalayacak olursa ? “ Evet , ah bir ayağa kalkabilse… Ah şu hastalığı yenebilse…Hem mızıkalar, geçit resimleri ile Cumhuriyet’in yeni bir yıldönümünü kutlayış ne güzel olacaktı ? Böyle günlerde Ankara hipodromunda, Reisicumhur tribününe çıkmadan önce ve hatta daha Hipodroma varmadan Ankara gökleri onun geçtiği yollardan taşan alkışlarla çınlardı. Sonra Hipodroma giriş ? Meydanları dolduran on binlerin ayyuka çıkan alkışları…

Yaşa, Varol haykırışları…

Ve otomobilinin içinde önce yaverleri ilerler. Bir tarafında tören üniformaları ile Mareşal vardır. Tribünün şeref mevkiinde Başvekil ve eski Başvekiller, bütün Kabine üyeleri, bütün önde gelen şahsiyetler onu beklerler.. Mızıkalar durmadan marş çalmaktadırlar…Nihayet o da otomobilinden inecek, şeref kürsüsünde yerini alacaktır ve o zaman İstiklal Marşı…Hani şu her çalındıkça ağır ve ihtişamlı ritmi havayı dolduran ve insanları saygılara, düşüncelere sürükleyen İstiklâl Marşı…Ama ne var ki 1938 Ekiminde Mustafa Kemal artık eski Mustafa Kemal değildir.O dimdik vakarı içinde güler yüzlü ve iltifatlı olmasa bile geçtiği yollarda, göründüğü yerlerde ve nihayet Ankara Hipodromunun o şeref mevkiinde etrafına korku değil hayranlık saçan adam şimdi hastadır. Ama vakarı gene de üstündedir. Önünden geçtiği insanlar, onun kendilerinin Atası, hani şu eski Mustafa Kemal kadar yakın ve candan sayacaklardır. Ama Cumhuriyet bayramının XV.( on beşinci) yıldönümü arifelerinde Atatürk artık sönmektedir ve bunu herkes bilir. Ve onun, o gün nutkunu Ankara’da, Ankara Hipodromunun şeref tribününde her yıl olduğu gibi kendi sesinden, o biraz boğukça, fakat bütün memleket ufuklarına hitap etmek ister gibi çınlayan sesi ile bizzat kendisinin okuması için yanıp kavrulduğunu da herkes bilir. Hatta Ankara Valisi Tandoğan , her ihtimale karşı tertibatını bile almıştır. Gerçi otomobilinin duracağı son noktadan şeref tribününe çıkan yol, birkaç adımlık mesafeden, birkaç merdivenden ibarettir. Ama ne olur ne olmaz, Atatürk’ü bu bir kaç adım , bu bir kaç merdiven yorabilir.Onun tribüne yorulmadan çıkabilmesi için acele bir asansör bile yaptırılmıştır. Hem belki de nutkunu, her yıl olduğu gibi ayakta okuyamayacaktır. Önünden geçecek izcileri, mekteplileri, askerleri, kumandanları ayakta selâmlayacaktır. Onun için bu sefer mikrofonun en güçlü, en hassas olanını seçmeli ve kürsünün arkasına öyle görünmez bir koltuk yerleştirmeli ki, o bunun üzerine oturduğu zaman da, gene ayaktaymış gibi dimdik görünsün. İşte bütün bunların hepsi düşünülmüş, hepsi yapılmış hazırlanmıştır. Gerçi bütün bunları yapanlar, Atatürk’ün Ankara Hipodromunun şeref tribününden, Ankara ufuklarını bir daha göremeyeceğini, güçlü bir önsezi ile bilirler. Ama bu uğursuz önseziden kimse kimseye bahsetmez. Yalnız Atatürk sözü edilince biraz donuk, biraz duraklamalı konuşmalar, kısa ve sıkıntılı cümleler ve sonra hemen başka sözlere, başka bahislere geçiş… İşte hepsi bu kadar... Nitekim daha 1938 Ekim ayından önce artık son ümitler de erimiştir. Ve Dr. Fisenje, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’ya Hükümetin her ihtimali göze alarak ona göre hazırlanmasını söylemiştir. Zaten daha 26 Eylülde ilk komaya girmişti. Her şey onu gösteriyordu ki yeni ve belki son bir komaya doğru gitmektedir. Ankara’da son nutkunu kendi sesi ile okumak ümidini de artık kaybetmiştir. Kendisini aylarca, haftalarca, günlerce oyalayan bu tatlı hayalde o; gençliğini, dinçliğini iyi günlerini yaşatıyordu. O zaman yarı köy, yarı şehir olan, fakat ona günlerin hem çileli, hem şanlı havasını hatırlatan Ankara’yı bir daha görmek, ona o günlere bir daha dönmek, o günleri yeniden bulmak gibi geliyordu. Ankara’da sanki yeniden kendine dönecekti. Ankara’da sanki, Ankara’nın o biraz da haşarı çocuğu olacaktı. Israrları ilk zamanlar:

-Ankara’ya gidelim çocuklar, Ankara’ya gidelim-, diye bir yol hazırlığı isteği şeklinde başladı. Etrafındakilerce bir takım şöyle böyle sözlerle oyalandı. Sonraları bu ısrarlar :

- Ankara’ya gidelim, ne olacaksam orada olayım-,

gibi ağlamaklı bir ümitsizlik halini alınca, vakitsiz bir ölüme karşı onun bu şikâyetli isyanları, etrafında ancak bir sessizlik ve gizlenmeye çalışılan göz yaşları yaratıyordu. Ama her gözünü açıştan sonra tekrar dalar ve derin buhranları ile bunalırken bile yatağında, belki gene Ankara’yı yaşıyordu. O Ankara ki, biraz da Mustafa Kemal demektir. O Ankara ki onu beklemektedir. Şehrin o Cumhuriyet bayramı günlerindeki kaynaşan hali… Çocuklarını, torunlarını ya kucaklarına alıp, ellerinden sürükleyerek, peş peşe, acele acele, koşa koşa Hipodroma akan sel gibi Ankaralılar, çığlıklar, haykırışlar, mızıkalar, uçak gürültüleri, top sesleri ve nihayet bütün bu coşan denizin dalgaları içinde bir ilah gibi belirir, halkın arasından ve sanki halkla kucaklaşırmış gibi yükselerek şeref tribününde görünen, o genç, dinç, ele avuca sığmaz insan…

-Türk Milleti vatandaşlarım !

diye haykırdığı zaman, yalnız meydanların, dağların, taşların değil, bütün yurt, bütün dünya ufuklarının inlediğine inanılan Atatürk…

Ama ne var ki işte bu Atatürk, 9 Kasım’da Dolmabahçe sarayında ikinci ve son komaya girdi. 10 Kasım 1938 de ise, saat 09.05’te hayata gözlerini yumdu. Fani Atatürk, artık yoktu…”

NOT: İkinci Adam kitabından yaptığım Atatürk’ün son günlerine ait bu alıntıyı, tümüyle okumanız dileğimle…

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.