Gelişen dünya… Kimine göre ilerlemenin adı, kimine göre insanın kendi özünden kopuşunun hikâyesi. Daha yüksek binalar, daha hızlı ulaşım, daha parlak kariyerler… Peki ya aile? Peki ya çocuklarımız? İnsan, bu hızın içinde kendi özünü kaybetmiyor mu?
Bugün neredeyse her anne-baba, çocuklarının geleceği için çalıştığını söylüyor: Daha iyi bir eğitim, daha güvenli bir yaşam, daha çok imkân… Fakat ironik olan şu ki çocuğa bırakılacak en büyük miras, ebeveynin yanında geçirdiği zamandır. Çocuğun ruhuna kazınan şey pahalı oyuncaklar değil; anne-babasının ilgisi, sabrı ve sevgisidir. Kimi zaman bir tebessüm, kimi zaman sabırla dinlenen küçük bir cümle, kimi zaman da yalnızca yanında “sessizce bulunmak” bile bir çocuğun hayatında derin izler bırakır.
Oysa modern yaşamın çarkları öylesine hızlı dönüyor ki aile, çoğu zaman kenarda bekleyen, ihmal edilen bir değer hâline geliyor. İş artık geçim için bir araç değil; kim olduğumuzu tanımlayan bir etiket gibi görülüyor. Çalıştığımız iş,toplumdaki yerimizi belirliyor; kariyerimiz kimliğimizin önüne geçiyor. Böyle olunca ebeveynler evde bile olsa zihnen işte kalıyor, çocuğun gözünde ise “yanında ama yok” bir anne-baba silueti beliriyor.
Çocukların sessizliği aslında çığlık gibidir. İçine kapanan, öfke patlamaları yaşayan, sürekli ekranlara yönelen çocuklar çoğu zaman kelimelerle değil, davranışlarıyla “Beni fark et.” der. Biz ise hayat telaşına kapılıp bu mesajı çoğu kez duymuyoruz. Oysa hiçbir ekran, hiçbir oyuncak, hiçbir imkân anne-babanın sevgisinin ve güveninin yerini tutamaz.
Sorun sadece bireysel değildir; toplumsal boyutu da vardır. Çünkü ihmalle büyüyen çocuklar ileride empati kurmakta zorlanır, ilişkilerde güven sorunu yaşar, aidiyet duygusunu yitirir. Modern dünyanın hızla artan yalnızlık ve yabancılaşma problemlerinin temelinde de işte bu aile içi ihmalin izleri vardır. Aile zayıfladığında toplumun da temeli sarsılmaya başlar.
Şimdi kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Gerçekten gelişiyor muyuz, yoksa ailemizi, ruhumuzu ve değerlerimizi kaybederek yavaşça tükeniyor muyuz? Elbette çalışmak, üretmek ve topluma katkı sunmak değerlidir. Ancak insanın en büyük başarısı, çocuklarının kalbinde güvenli bir yer edinebilmesidir. Çünkü makamlar, kariyerler, kazançlar gelip geçer; fakat çocuğun ruhuna işlenen sevgi kalıcıdır.
Belki de gelişmişliği teknolojik imkânlarla değil; evlerimizdeki huzurla, sofralarımızdaki sohbetle, çocuklarımızın gözlerindeki güvenle ölçmemiz gerekiyor. Dünya ne kadar gelişirse gelişsin, insan özünü unuttuğu yerde gerçek ilerlemeden söz edilemez.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
EMİNE ÇİZMELİ ERİKEL
Çalışmak mı, İhmal Etmek mi?
Gelişen dünya… Kimine göre ilerlemenin adı, kimine göre insanın kendi özünden kopuşunun hikâyesi. Daha yüksek binalar, daha hızlı ulaşım, daha parlak kariyerler… Peki ya aile? Peki ya çocuklarımız? İnsan, bu hızın içinde kendi özünü kaybetmiyor mu?
Bugün neredeyse her anne-baba, çocuklarının geleceği için çalıştığını söylüyor: Daha iyi bir eğitim, daha güvenli bir yaşam, daha çok imkân… Fakat ironik olan şu ki çocuğa bırakılacak en büyük miras, ebeveynin yanında geçirdiği zamandır. Çocuğun ruhuna kazınan şey pahalı oyuncaklar değil; anne-babasının ilgisi, sabrı ve sevgisidir. Kimi zaman bir tebessüm, kimi zaman sabırla dinlenen küçük bir cümle, kimi zaman da yalnızca yanında “sessizce bulunmak” bile bir çocuğun hayatında derin izler bırakır.
Oysa modern yaşamın çarkları öylesine hızlı dönüyor ki aile, çoğu zaman kenarda bekleyen, ihmal edilen bir değer hâline geliyor. İş artık geçim için bir araç değil; kim olduğumuzu tanımlayan bir etiket gibi görülüyor. Çalıştığımız iş,toplumdaki yerimizi belirliyor; kariyerimiz kimliğimizin önüne geçiyor. Böyle olunca ebeveynler evde bile olsa zihnen işte kalıyor, çocuğun gözünde ise “yanında ama yok” bir anne-baba silueti beliriyor.
Çocukların sessizliği aslında çığlık gibidir. İçine kapanan, öfke patlamaları yaşayan, sürekli ekranlara yönelen çocuklar çoğu zaman kelimelerle değil, davranışlarıyla “Beni fark et.” der. Biz ise hayat telaşına kapılıp bu mesajı çoğu kez duymuyoruz. Oysa hiçbir ekran, hiçbir oyuncak, hiçbir imkân anne-babanın sevgisinin ve güveninin yerini tutamaz.
Sorun sadece bireysel değildir; toplumsal boyutu da vardır. Çünkü ihmalle büyüyen çocuklar ileride empati kurmakta zorlanır, ilişkilerde güven sorunu yaşar, aidiyet duygusunu yitirir. Modern dünyanın hızla artan yalnızlık ve yabancılaşma problemlerinin temelinde de işte bu aile içi ihmalin izleri vardır. Aile zayıfladığında toplumun da temeli sarsılmaya başlar.
Şimdi kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Gerçekten gelişiyor muyuz, yoksa ailemizi, ruhumuzu ve değerlerimizi kaybederek yavaşça tükeniyor muyuz? Elbette çalışmak, üretmek ve topluma katkı sunmak değerlidir. Ancak insanın en büyük başarısı, çocuklarının kalbinde güvenli bir yer edinebilmesidir. Çünkü makamlar, kariyerler, kazançlar gelip geçer; fakat çocuğun ruhuna işlenen sevgi kalıcıdır.
Belki de gelişmişliği teknolojik imkânlarla değil; evlerimizdeki huzurla, sofralarımızdaki sohbetle, çocuklarımızın gözlerindeki güvenle ölçmemiz gerekiyor. Dünya ne kadar gelişirse gelişsin, insan özünü unuttuğu yerde gerçek ilerlemeden söz edilemez.