Güven dediğimiz şey neye benzer? Bir bakışa mı, bir el sıkışmaya mı, yoksa birlikte geçirdiğimiz zamana mı? Günlük yaşamda çoğu zaman güveni duygusal bir kavram gibi ele alırız. Sevdiğimize güveniriz, tanıdığımızla iş yaparız, tecrübemize dayanırız. Oysa sosyolog Niklas Luhmann’a göre güven, sandığımızdan çok daha sistematik ve toplumsal bir işlev görür.
Luhmann, güveni karmaşıklıkla baş etmenin bir yolu olarak tanımlar. Ona göre modern hayat, bireyin tek başına yönetemeyeceği kadar çok bilinmezle doludur. Her an her konuda her şeyi bilemeyeceğimiz için, bazı şeyleri teslim ederiz: bir sisteme, bir kuruma, bir uzmana… Yani güven, aslında bir tür “kontrolü bırakma cesareti”dir. Ne olacağını tam bilemesek de, iyi niyetle ve bilinçli şekilde bir risk alırız.
Terapötik ilişkide güven işte bu şekilde kurulur. Bir danışan odama girdiğinde, iç dünyasını benimle paylaşma riskini alır. Ben ona ne kadar sınırları olan, tutarlı, yargıdan uzak bir ilişki sunarsam, bu güven o kadar derinleşir. Luhmann’ın ifadesiyle güven, iletişimle beslenir. Sözümle beden dilim çelişirse, güven zemini çatlamaya başlar.
Aynı şey aile şirketlerinde de geçerli. İlk kuşak genellikle “güvendiği” kişilere görev verir; kardeşe, eşe, çocuğa… Bu kişisel güven bir yere kadar iş görür. Ama şirket büyüyüp işler karmaşıklaştıkça kişisel ilişkiler yetmez hale gelir. Sistem gerekir. Yazılı kurallar, görev tanımları, performans ölçütleri… Yani güvenin, ilişkiden çok yapıya taşınması gerekir. Luhmann bu noktada açıkça uyarır: Sistem kurulmazsa, güven değil alışkanlık, sadakat değil bağımlılık oluşur.
Bir de toplumsal düzeyde düşünelim. Hukuk sistemine güvenmediğimiz bir yerde mahkemeye gitmek içimizi rahatlatmaz. Medyaya güven duymadığımızda okuduğumuza inanamayız. Eğitim sistemine güven azalırsa çocuklarımızın geleceğiyle ilgili plan yapamaz hale geliriz. Bu yüzden Luhmann, modern toplumların kişilere değil sistemlere güvenmesi gerektiğini söyler. Kurumlar ne kadar öngörülebilir, adil ve şeffaf olursa, toplumsal güven de o kadar sağlam olur.
Güvenin olduğu yerde risk vardır ama belirsizlik yoktur. İnsanlar, bilmedikleri şeylere değil, öngörebildikleri süreçlere güven duyar. Ailede, işte, toplumda… Güven bir duygudan çok bir düzen işidir.
Ve belki de asıl mesele şudur… İnsana güven duymak için önce sisteme güvenmemiz gerekir.
Çünkü kişi, sistemin içindeyse güven verir. Dışındaysa yalnızca vaat eder.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
EMİNE ÇİZMELİ ERİKEL
GÜVEN ,RİSK VE SİSTEM ÜZERİNE
Güven dediğimiz şey neye benzer? Bir bakışa mı, bir el sıkışmaya mı, yoksa birlikte geçirdiğimiz zamana mı? Günlük yaşamda çoğu zaman güveni duygusal bir kavram gibi ele alırız. Sevdiğimize güveniriz, tanıdığımızla iş yaparız, tecrübemize dayanırız. Oysa sosyolog Niklas Luhmann’a göre güven, sandığımızdan çok daha sistematik ve toplumsal bir işlev görür.
Luhmann, güveni karmaşıklıkla baş etmenin bir yolu olarak tanımlar. Ona göre modern hayat, bireyin tek başına yönetemeyeceği kadar çok bilinmezle doludur. Her an her konuda her şeyi bilemeyeceğimiz için, bazı şeyleri teslim ederiz: bir sisteme, bir kuruma, bir uzmana… Yani güven, aslında bir tür “kontrolü bırakma cesareti”dir. Ne olacağını tam bilemesek de, iyi niyetle ve bilinçli şekilde bir risk alırız.
Terapötik ilişkide güven işte bu şekilde kurulur. Bir danışan odama girdiğinde, iç dünyasını benimle paylaşma riskini alır. Ben ona ne kadar sınırları olan, tutarlı, yargıdan uzak bir ilişki sunarsam, bu güven o kadar derinleşir. Luhmann’ın ifadesiyle güven, iletişimle beslenir. Sözümle beden dilim çelişirse, güven zemini çatlamaya başlar.
Aynı şey aile şirketlerinde de geçerli. İlk kuşak genellikle “güvendiği” kişilere görev verir; kardeşe, eşe, çocuğa… Bu kişisel güven bir yere kadar iş görür. Ama şirket büyüyüp işler karmaşıklaştıkça kişisel ilişkiler yetmez hale gelir. Sistem gerekir. Yazılı kurallar, görev tanımları, performans ölçütleri… Yani güvenin, ilişkiden çok yapıya taşınması gerekir. Luhmann bu noktada açıkça uyarır: Sistem kurulmazsa, güven değil alışkanlık, sadakat değil bağımlılık oluşur.
Bir de toplumsal düzeyde düşünelim. Hukuk sistemine güvenmediğimiz bir yerde mahkemeye gitmek içimizi rahatlatmaz. Medyaya güven duymadığımızda okuduğumuza inanamayız. Eğitim sistemine güven azalırsa çocuklarımızın geleceğiyle ilgili plan yapamaz hale geliriz. Bu yüzden Luhmann, modern toplumların kişilere değil sistemlere güvenmesi gerektiğini söyler. Kurumlar ne kadar öngörülebilir, adil ve şeffaf olursa, toplumsal güven de o kadar sağlam olur.
Güvenin olduğu yerde risk vardır ama belirsizlik yoktur. İnsanlar, bilmedikleri şeylere değil, öngörebildikleri süreçlere güven duyar. Ailede, işte, toplumda… Güven bir duygudan çok bir düzen işidir.
Ve belki de asıl mesele şudur…
İnsana güven duymak için önce sisteme güvenmemiz gerekir.
Çünkü kişi, sistemin içindeyse güven verir. Dışındaysa yalnızca vaat eder.