20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde Parçalanan Ailelere Dair Sessiz Bir Yazı
Bugün 20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü.
Sadece evinden, yurdundan değil; eşinden, çocuğundan, annesinden, kardeşinden ayrılmak zorunda kalan milyonlarca insanın hikâyesiyle yüzleşme günü.
Sığınmacılık, çoğu zaman bir aile hikâyesinin yarım kalmasıdır.
Bir çocuğun babasından aylarca haber alamaması, bir annenin başka bir ülkede çocuğunun yüzünü özlemesi, bir çiftin yıllarca ayrı düşmesi…
Mültecilik, sadece bireysel bir travma değil, aynı zamanda parçalanmış ailelerin sessizce taşıdığı ortak bir acıdır.
Savaşın, baskının, yoksulluğun ortasında kalan bir insan, önce hayatta kalmayı düşünür. Sonra bir yol bulur. Ardından bir sınır geçer. Ama o sınırın ardında bıraktığı insanlar hiçbir zaman sadece “geride kalanlar” değildir. Onlar, taşınamayan duygular, bölünmüş hatıralar, ertelenmiş umutlardır.
Geçmişteki bir sofranın kokusu bile yıllar sonra burnunuzda tüter. Birlikte içilen çorbanın buharında annenizin sesi, kardeşinizin gülüşü vardır.
Mültecilik bazen sadece toprak değil, o sofranın etrafında kurulan aidiyeti, güveni, aitliği de kaybetmektir.
Gittiğiniz yerde yeniden sofra kurulur belki ama hiçbir şey aynı tadı vermez. Çünkü o sofrada artık geçmişin sıcaklığı değil, geleceğin belirsizliği vardır.
Beklersiniz… Eski masaya yeniden oturabilmeyi, eksik olanları tamamlamayı, yarım kalan sohbetleri devam ettirmeyi beklersiniz.
Ama bazen o bekleyiş hiç bitmez. Hasretin sofrası kurulur ama oturulmaz.
Bir bayram sabahı sessiz kalan evler…
Video aramalarına sığmayan sarılmalar, büyüdüğünü ekrandan fark ettiğiniz çocuklar…
“Orada güvende misin?” sorusuna saklanan gözyaşları…
Ve tüm bunların ortasında ayakta kalmaya çalışan insanlar.
Sığınmacıların sadece ekonomik, hukuki ya da siyasi değil; duygusal bir göç yaşadığını hatırlamak gerekir.
Bu göç, pasaportlarla değil, kalplerle ölçülür. Bir annenin her gece dua ettiği çocuğuyla; bir eşin sınır kapılarında gün saydığı sevdiğiyle kurduğu o görünmez bağlarla…
Bu yazı bir çağrı değil.
Bir hatırlatma.
Mültecilik, istatistiklerden çok daha fazlasıdır.
Her “yerinden edilmiş kişi”nin ardında yarım kalan bir aile, sessizleşen bir ev, eksik bir masa vardır.
Çünkü hasretin coğrafyası yoktur.
Sınır tanımaz; yalnızca içimizde büyür.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
EMİNE ÇİZMELİ ERİKEL
Hasretin Coğrafyası Yok…
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde Parçalanan Ailelere Dair Sessiz Bir Yazı
Bugün 20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü.
Sadece evinden, yurdundan değil; eşinden, çocuğundan, annesinden, kardeşinden ayrılmak zorunda kalan milyonlarca insanın hikâyesiyle yüzleşme günü.
Sığınmacılık, çoğu zaman bir aile hikâyesinin yarım kalmasıdır.
Bir çocuğun babasından aylarca haber alamaması, bir annenin başka bir ülkede çocuğunun yüzünü özlemesi, bir çiftin yıllarca ayrı düşmesi…
Mültecilik, sadece bireysel bir travma değil, aynı zamanda parçalanmış ailelerin sessizce taşıdığı ortak bir acıdır.
Savaşın, baskının, yoksulluğun ortasında kalan bir insan, önce hayatta kalmayı düşünür. Sonra bir yol bulur. Ardından bir sınır geçer. Ama o sınırın ardında bıraktığı insanlar hiçbir zaman sadece “geride kalanlar” değildir. Onlar, taşınamayan duygular, bölünmüş hatıralar, ertelenmiş umutlardır.
Geçmişteki bir sofranın kokusu bile yıllar sonra burnunuzda tüter. Birlikte içilen çorbanın buharında annenizin sesi, kardeşinizin gülüşü vardır.
Mültecilik bazen sadece toprak değil, o sofranın etrafında kurulan aidiyeti, güveni, aitliği de kaybetmektir.
Gittiğiniz yerde yeniden sofra kurulur belki ama hiçbir şey aynı tadı vermez. Çünkü o sofrada artık geçmişin sıcaklığı değil, geleceğin belirsizliği vardır.
Beklersiniz… Eski masaya yeniden oturabilmeyi, eksik olanları tamamlamayı, yarım kalan sohbetleri devam ettirmeyi beklersiniz.
Ama bazen o bekleyiş hiç bitmez. Hasretin sofrası kurulur ama oturulmaz.
Bir bayram sabahı sessiz kalan evler…
Video aramalarına sığmayan sarılmalar, büyüdüğünü ekrandan fark ettiğiniz çocuklar…
“Orada güvende misin?” sorusuna saklanan gözyaşları…
Ve tüm bunların ortasında ayakta kalmaya çalışan insanlar.
Sığınmacıların sadece ekonomik, hukuki ya da siyasi değil; duygusal bir göç yaşadığını hatırlamak gerekir.
Bu göç, pasaportlarla değil, kalplerle ölçülür. Bir annenin her gece dua ettiği çocuğuyla; bir eşin sınır kapılarında gün saydığı sevdiğiyle kurduğu o görünmez bağlarla…
Bu yazı bir çağrı değil.
Bir hatırlatma.
Mültecilik, istatistiklerden çok daha fazlasıdır.
Her “yerinden edilmiş kişi”nin ardında yarım kalan bir aile, sessizleşen bir ev, eksik bir masa vardır.
Çünkü hasretin coğrafyası yoktur.
Sınır tanımaz; yalnızca içimizde büyür.