Kendimizi bildik bileli, başlığa koyduğum bu cümle beynimize nakşetmiştir. Ne zaman bir köye, kasabaya yolumuz düşse, o yörenin neyi ünlü ise onu ararız. Ya da yörenin insanlarına en azından “Neyiniz meşhur?” diye bir soru yöneltiriz. Şu anda yaşadığımız kentin adı bir dönemden itibaren “Yeşil Bursa” diye anılmıştır. Burada kast edilen sadece doğanın bize armağan ettiği, ormanlar, ve ovadaki yeşil alanlar tek başına değil söz konusu olan…Yanı sıra, toprak ile adeta yek vücut olmuş köy sakinlerimizin, ekip biçme ile yarattığı yeşilliklerin de payı vardır. Bu konudaki en önemli cümleyi, her alanda olduğu gibi yine Ulu Önder Atatürk sarf etmiş, hem de henüz Kurtuluş Savaşı bitmeden, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce…İşte bu cümlenin öyküsü.
Atatürk 1 Mart 1922 tarihinde, TBMM'nin üçüncü toplantı yılını açarken köylüyü milletin efendisi olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim. Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.”Çünkü, kendi yiyeceğini, kendi toprağında üretemeyen topluluk ve ülkeler, başkalarının elinde oyuncak olur. Sadece ithalat ile, vatandaşını doyuramaz. Bu ihtiyaç diğer gereklere hiç benzemez. Beslenme, tarladan, ağaçtan ve bahçeden geçer çünkü…Bu çok basit tabiat kanununa karşın, günümüz yönetimleri, ellerindeki parasal birikimlere güvenerek, çareyi “ithalat” sarmalına kapılarak buluyor. Çiftçiyi, doğal olarak kırsalda yaşayan köylüyü, yerinde mutlu edemez, onları yeterince gelire kavuşturamazsanız, sadece bu grup değil, bir süre sonra koskoca bir ülke bile açlıkla baş başa kalabilir. Yıllar geçtikçe, bu unutulmaz gerçek bir tarafa itiliyor ve ülke yöneticileri kolaya kaçarak, ithalat sarmalının esiri oluyor. Bu konuda küçük bir örnek de verebilirim. 1960 yıllarının başında 23 Temmuz İlkokulu’nda öğrenim görüyorduk. Bazı günlerde, öğretmenimiz bizleri sıraya sokarak, İpekçilik Caddesi’nde aşağıdan yukarı çıkarken yapılmış bir binaya götürürlerdi. Burası hem bir ilk okula ev sahipliği yaparken, hem de o dönemin yeni bir uygulaması ile “Öğretici Filmler” adı altında sinema gösterisi i yapardı bizim gibi küçüklere. Konu genelde, buğday gibi besinlerin nasıl ekilip biçildiğini, tarla ve beslenme için gerekli tüm ürünlerin üretimini göstermekti. O günlerde bunun ne anlama geldiğini çözmekte güçlük çeksek de, yine de hoşumuza giderdi. Harman zamanını, düveni, yabayı bizim gibi şehirde oturanlar bile bilirdi. Şimdi ne oldu da ithalat sarmalı içinde tarım ve üretim yok olup gitme aşamasına geldi. Buna dair önemli bir haberi okurken geldi aklıma o günler…CHP Niğde milletvekili Ömer Fethi Gürer, bu konuda hemen her gün bir olaya değinerek, yerinde görerek çiftçinin, dolayısı ile köylünün sorunlarını anlatmaya çalışıyor elinden geldiğince… Açıklamasındaki bir konu da oldukça dikkat çekiciydi;
Ülkemizde geçmişte “Tarım Sayımı” yapılırmış Gürer’in verdiği bilgiye göre… İlk sayım1927 yılında yapılmış. Yani Atatürk döneminde… Aradan oldukça uzun yıllar geçmiş ve 1950 yılında yine yapılmış. Bunu 13 yıl sonra 1963 yılındaki sayım izlemiş. Ardından 1970, 1980,1991 ve 2001 yıllarında tekrarlanmış.Ne gariptir, bu tarihler hep de yönetimlerin değiştiği dönemlere denk gelmiş ! Özetle, devlet, elindeki tarım toprağının büyüklüğü ile verimini, bu topraklarda ürün yetiştirecek insan sayısını, yani kırsal kesimde yaşayanların sorunlarını da öğrenerek, politikalarını bu yolla yapmış. Sonra ne mi olmuş ? Tam 22 yıldan beri yapılmadığı anlaşılmış bu sayımın. Böylece bu alanda yeni bir çözüm üretmek görevi de, ithalat ve ihracat baronlarının insafına bırakılmış. Bu duruma yorum getirirken, bilerek mi, tarım sayımı ihmal edilmiş gibi bir soru da akla gelmiyor değil.Bu duruma şaşırdık mı? Hiç sanmıyorum. Bu önemli işlev rafa kaldırılıp yerine, taşıma su ile değirmen döndürmek gibi, Afrika ülkesi Sudan’da 99 yıllığına 780 hektar arazi kiralanmış ekip biçmek için. Böylece, Sudan’dan gelecek olan salatalık, domates ve çilek yeme şansına sahip olmuşuz ! Nerede kaldı Kestel çileği diyebilirim bu anlamda. Spor kulübünün adı bile Çilekspor’du kurulduğunda. Şimdi nereye gitti bu çilekler? Bir de şehrin güney doğusunda “koca kestaneler” adında bir yer bile vardı. Sıra cevizler isimli bir bölgeyi de bilirdik. Ceviz, yazın park ve çay bahçelerinde satılır, keyifle yenirdi. Kışın da caddelerde kestaneciler yer alırdı. Altmışlı yıllarda, evimizin küçük bahçesine bile meyve ağacı dikilir başta şeftali ve dut olmak üzere, taze soğan, domates bile yetiştirilirdi. Ama o dönemin “adı “Eski Türkiye” idi. Demek ki neymiş, Eski Türkiye’nin aklı daha geçerliymiş. Yine de bilemem; İktidar kafasının bir bildiği vardır diyelim ve en azından yarım kilocuk, ihraç malı çilek alıp yiyerek yazın tadını çıkaralım derim! Milletin yeni efendileri sağ olsun !
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
İSMAİL KEMANKAŞ
Günümüzde milletin efendisi kim?
Kendimizi bildik bileli, başlığa koyduğum bu cümle beynimize nakşetmiştir. Ne zaman bir köye, kasabaya yolumuz düşse, o yörenin neyi ünlü ise onu ararız. Ya da yörenin insanlarına en azından “Neyiniz meşhur?” diye bir soru yöneltiriz. Şu anda yaşadığımız kentin adı bir dönemden itibaren “Yeşil Bursa” diye anılmıştır. Burada kast edilen sadece doğanın bize armağan ettiği, ormanlar, ve ovadaki yeşil alanlar tek başına değil söz konusu olan…Yanı sıra, toprak ile adeta yek vücut olmuş köy sakinlerimizin, ekip biçme ile yarattığı yeşilliklerin de payı vardır. Bu konudaki en önemli cümleyi, her alanda olduğu gibi yine Ulu Önder Atatürk sarf etmiş, hem de henüz Kurtuluş Savaşı bitmeden, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce…İşte bu cümlenin öyküsü.
Atatürk 1 Mart 1922 tarihinde, TBMM'nin üçüncü toplantı yılını açarken köylüyü milletin efendisi olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim. Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.”Çünkü, kendi yiyeceğini, kendi toprağında üretemeyen topluluk ve ülkeler, başkalarının elinde oyuncak olur. Sadece ithalat ile, vatandaşını doyuramaz. Bu ihtiyaç diğer gereklere hiç benzemez. Beslenme, tarladan, ağaçtan ve bahçeden geçer çünkü…Bu çok basit tabiat kanununa karşın, günümüz yönetimleri, ellerindeki parasal birikimlere güvenerek, çareyi “ithalat” sarmalına kapılarak buluyor. Çiftçiyi, doğal olarak kırsalda yaşayan köylüyü, yerinde mutlu edemez, onları yeterince gelire kavuşturamazsanız, sadece bu grup değil, bir süre sonra koskoca bir ülke bile açlıkla baş başa kalabilir. Yıllar geçtikçe, bu unutulmaz gerçek bir tarafa itiliyor ve ülke yöneticileri kolaya kaçarak, ithalat sarmalının esiri oluyor. Bu konuda küçük bir örnek de verebilirim. 1960 yıllarının başında 23 Temmuz İlkokulu’nda öğrenim görüyorduk. Bazı günlerde, öğretmenimiz bizleri sıraya sokarak, İpekçilik Caddesi’nde aşağıdan yukarı çıkarken yapılmış bir binaya götürürlerdi. Burası hem bir ilk okula ev sahipliği yaparken, hem de o dönemin yeni bir uygulaması ile “Öğretici Filmler” adı altında sinema gösterisi i yapardı bizim gibi küçüklere. Konu genelde, buğday gibi besinlerin nasıl ekilip biçildiğini, tarla ve beslenme için gerekli tüm ürünlerin üretimini göstermekti. O günlerde bunun ne anlama geldiğini çözmekte güçlük çeksek de, yine de hoşumuza giderdi. Harman zamanını, düveni, yabayı bizim gibi şehirde oturanlar bile bilirdi. Şimdi ne oldu da ithalat sarmalı içinde tarım ve üretim yok olup gitme aşamasına geldi. Buna dair önemli bir haberi okurken geldi aklıma o günler…CHP Niğde milletvekili Ömer Fethi Gürer, bu konuda hemen her gün bir olaya değinerek, yerinde görerek çiftçinin, dolayısı ile köylünün sorunlarını anlatmaya çalışıyor elinden geldiğince… Açıklamasındaki bir konu da oldukça dikkat çekiciydi;
Ülkemizde geçmişte “Tarım Sayımı” yapılırmış Gürer’in verdiği bilgiye göre… İlk sayım1927 yılında yapılmış. Yani Atatürk döneminde… Aradan oldukça uzun yıllar geçmiş ve 1950 yılında yine yapılmış. Bunu 13 yıl sonra 1963 yılındaki sayım izlemiş. Ardından 1970, 1980,1991 ve 2001 yıllarında tekrarlanmış.Ne gariptir, bu tarihler hep de yönetimlerin değiştiği dönemlere denk gelmiş ! Özetle, devlet, elindeki tarım toprağının büyüklüğü ile verimini, bu topraklarda ürün yetiştirecek insan sayısını, yani kırsal kesimde yaşayanların sorunlarını da öğrenerek, politikalarını bu yolla yapmış. Sonra ne mi olmuş ? Tam 22 yıldan beri yapılmadığı anlaşılmış bu sayımın. Böylece bu alanda yeni bir çözüm üretmek görevi de, ithalat ve ihracat baronlarının insafına bırakılmış. Bu duruma yorum getirirken, bilerek mi, tarım sayımı ihmal edilmiş gibi bir soru da akla gelmiyor değil.Bu duruma şaşırdık mı? Hiç sanmıyorum. Bu önemli işlev rafa kaldırılıp yerine, taşıma su ile değirmen döndürmek gibi, Afrika ülkesi Sudan’da 99 yıllığına 780 hektar arazi kiralanmış ekip biçmek için. Böylece, Sudan’dan gelecek olan salatalık, domates ve çilek yeme şansına sahip olmuşuz ! Nerede kaldı Kestel çileği diyebilirim bu anlamda. Spor kulübünün adı bile Çilekspor’du kurulduğunda. Şimdi nereye gitti bu çilekler? Bir de şehrin güney doğusunda “koca kestaneler” adında bir yer bile vardı. Sıra cevizler isimli bir bölgeyi de bilirdik. Ceviz, yazın park ve çay bahçelerinde satılır, keyifle yenirdi. Kışın da caddelerde kestaneciler yer alırdı. Altmışlı yıllarda, evimizin küçük bahçesine bile meyve ağacı dikilir başta şeftali ve dut olmak üzere, taze soğan, domates bile yetiştirilirdi. Ama o dönemin “adı “Eski Türkiye” idi. Demek ki neymiş, Eski Türkiye’nin aklı daha geçerliymiş. Yine de bilemem; İktidar kafasının bir bildiği vardır diyelim ve en azından yarım kilocuk, ihraç malı çilek alıp yiyerek yazın tadını çıkaralım derim! Milletin yeni efendileri sağ olsun !