Her hafta müzik üzerine yazmanın getirdiği güzel bir alışkanlık vardır: Ritmin izini sürmek. Ancak bu ay ritim başka bir yerden, hafızamın derin bir köşesinden yükseliyor. Beni çocukluğumun Bursa’sına, 90’lı yılların o kendine özgü sessizliğine ve telaşsızlığına götüren bir yerden… Müzikten uzak gibi görünse de aslında bütün nostalji, kendi melodisini içinde taşır. 90’ların Bursa’sı da işte böyle bir şehir melodisiydi.
O yıllarda Bursa, bugünkü gibi hızlı akan bir metropol görüntüsünden oldukça uzaktı. Koşarak değil, süzülerek yaşayan bir şehirdi. Setbaşı Köprüsü’nden geçen her adım, sanki biraz daha ağırlaşır; Irgandı Köprüsü’nün o kendine has sarı tonları güneşle buluştuğunda şehir bir anda masal kitaplarının içinden çıkmış gibi görünürdü. Çarşı esnafının sabah kepenk kaldırırken birbirine attığı selam, günün ritmini belirlerdi. Kimsenin telaşı yoktu; herkes birbirini tanır, herkes birbirinin hikâyesine az çok hâkim olurdu.
90’ların Bursa’sında çocuk olmak ise bambaşka bir ayrıcalıktı. Yaz akşamlarında mahallelerde yanan sokak lambalarının altında oyun oynayan çocukların gülüşleri, şehrin doğal fon müziğini oluştururdu. O yılların simgelerinden biri de Atatürk Caddesi boyunca sıralanan minibüslerdi; durakta beklerken şoförlerin yan camdan seslenişleri hâlâ kulaklarımda: “Heykel, Heykel… Bir kişi var!” O cümle bile o dönemin Bursa’sının naifliğini anlatmaya yeterdi.
Kapalıçarşı’nın serin koridorlarında dolaşırken duyulan eski dükkan kapılarının gıcırtısı, Koza Han’ın avlusunda çaycıların ince belli bardakların çıkardığı tınısı… Bugün belki sadece eski fotoğraflarda rastlayabileceğimiz bu anlar, 90’larda şehrin günlük hayatının sıradan bir parçasıydı. Tophane’ye doğru tırmanırken şehre hâkim o manzarayı ilk gördüğünüz an, sanki yüzyıllar boyunca aynı yerde bekleyen bir tarihin önünde durduğunuzu hatırlatırdı. Ulucami’nin önünde güvercinlere yem atan insanların yüzlerindeki dinginlik, kim bilir kaç neslin ortak hafızasında yer etti.
Bursa o yıllarda daha az kalabalık, daha sakin ama daha çok seslik bir şehirdi. Çünkü her sokağın, her taşın, her köşenin kendine has bir hikâyesi vardı. Bugün birçok şey değişti, değişmeye de devam ediyor; fakat 90’ların o ağırbaşlı, biraz hüzünlü ama sıcacık Bursa’sı, hafızalarımızda bir yerlerde her zaman yaşamaya devam ediyor.
Belki de bu yüzden iki haftalığına müzikten uzaklaşmak bana iyi geldi. Çünkü 90’ların Bursa’sı, aslında kendi sessiz melodisini hâlâ çalmaya devam ediyor.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
MELİH ÖNDER
90’ların Bursa’sı, Zamanın Yavaş Aktığı Şehir
Her hafta müzik üzerine yazmanın getirdiği güzel bir alışkanlık vardır: Ritmin izini sürmek. Ancak bu ay ritim başka bir yerden, hafızamın derin bir köşesinden yükseliyor. Beni çocukluğumun Bursa’sına, 90’lı yılların o kendine özgü sessizliğine ve telaşsızlığına götüren bir yerden… Müzikten uzak gibi görünse de aslında bütün nostalji, kendi melodisini içinde taşır. 90’ların Bursa’sı da işte böyle bir şehir melodisiydi.
O yıllarda Bursa, bugünkü gibi hızlı akan bir metropol görüntüsünden oldukça uzaktı. Koşarak değil, süzülerek yaşayan bir şehirdi. Setbaşı Köprüsü’nden geçen her adım, sanki biraz daha ağırlaşır; Irgandı Köprüsü’nün o kendine has sarı tonları güneşle buluştuğunda şehir bir anda masal kitaplarının içinden çıkmış gibi görünürdü. Çarşı esnafının sabah kepenk kaldırırken birbirine attığı selam, günün ritmini belirlerdi. Kimsenin telaşı yoktu; herkes birbirini tanır, herkes birbirinin hikâyesine az çok hâkim olurdu.
90’ların Bursa’sında çocuk olmak ise bambaşka bir ayrıcalıktı. Yaz akşamlarında mahallelerde yanan sokak lambalarının altında oyun oynayan çocukların gülüşleri, şehrin doğal fon müziğini oluştururdu. O yılların simgelerinden biri de Atatürk Caddesi boyunca sıralanan minibüslerdi; durakta beklerken şoförlerin yan camdan seslenişleri hâlâ kulaklarımda: “Heykel, Heykel… Bir kişi var!” O cümle bile o dönemin Bursa’sının naifliğini anlatmaya yeterdi.
Kapalıçarşı’nın serin koridorlarında dolaşırken duyulan eski dükkan kapılarının gıcırtısı, Koza Han’ın avlusunda çaycıların ince belli bardakların çıkardığı tınısı… Bugün belki sadece eski fotoğraflarda rastlayabileceğimiz bu anlar, 90’larda şehrin günlük hayatının sıradan bir parçasıydı. Tophane’ye doğru tırmanırken şehre hâkim o manzarayı ilk gördüğünüz an, sanki yüzyıllar boyunca aynı yerde bekleyen bir tarihin önünde durduğunuzu hatırlatırdı. Ulucami’nin önünde güvercinlere yem atan insanların yüzlerindeki dinginlik, kim bilir kaç neslin ortak hafızasında yer etti.
Bursa o yıllarda daha az kalabalık, daha sakin ama daha çok seslik bir şehirdi. Çünkü her sokağın, her taşın, her köşenin kendine has bir hikâyesi vardı. Bugün birçok şey değişti, değişmeye de devam ediyor; fakat 90’ların o ağırbaşlı, biraz hüzünlü ama sıcacık Bursa’sı, hafızalarımızda bir yerlerde her zaman yaşamaya devam ediyor.
Belki de bu yüzden iki haftalığına müzikten uzaklaşmak bana iyi geldi. Çünkü 90’ların Bursa’sı, aslında kendi sessiz melodisini hâlâ çalmaya devam ediyor.